Gezmek benim için bir hayaldi sonra tutku oldu.Gezdikçe gezesim,yaşadıkça yaşayasım geldi.Bu gezilerde yaşadıklarımın elle tutulur gozle gorülür bir kanıtı olması adına o güzel anıları somutlaştırmak için başlıyorum yazmaya.Belki okuyanlara da ufak tefek bilgilerle rehber olması umuduyla.Haydi bakalım =)

3 Mayıs 2015 Pazar

KOSOVA-PRİZREN

Posted by Gezgin Eda On 05:11 No comments

KOSOVA CUMHURİYETİ
KÜNYE
Başkent:Priştine
Resmi diller:Arnavutça,Sırpça
Etnik yapı:%92 Arnavut, %8 Diğer(Türk,Sırp,Boşnak,Goralı vs.)


8 Ağustos Cuma.Sabah 8de kalkıyoruz, kruvasan ve çayla kahvaltı yapıp tekrar çarşıya çıkıyoruz gündüz gozüyle birkaç fotoğraf daha çekelim diye.Kurşunlu hana gidiyoruz ama yine kapalı.Bedesetene uğruyoruz.Borek alıp yine kahvelereden birine gidip 10 denara çay içiyoruz.Benim param bitti çayı Gurbet ısmarlıyor =) Hostele geri donüp çantaları alıyor ve terminale gidiyoruz.Prizren otobüsü 10.30da.Kişi başı 550 denar veriyoruz.Saat 4te Prizrendeyiz.

Prizren'i ben daha küçük bir yer sanıyordum.Çok büyük olmamakla birlikte beklediğimden daha büyük ve şirin bir yer.Terminalde hemen Karadağ-Ulcinj biletlerimizi alıyoruz 15 Euro.Gece 11de otobüsümüz.

Gezmeye başlıyoruz.Şehrin ortasından nehir geçiyor.Küçük bir taş koprü var.Koprü kenarları cafeler, restoranlar ile çevrili.
Altından Akdere'nin aktığı Tarihi Taşkoprü
Taşkoprünün inşa tarihi kesin olarak bilinmiyor fakat 15.yy sonları veya 16.yy.başları olduğu tahmin ediliyor.Koprü 1979 yılında büyük bir sel nedeniyle yıkılmış, 3 yıl yıkık kaldıktan sonra 1982 yılında eskisine uygun olarak tekrar inşa edilmiş.
18.yyda Taşkoprü
Koprüyü geçince hemen karşıda Sinanpaşa Camii var.1615 yılında Sinan Paşa tarafından yaptırılmış.Sinan Paşa da İstanbulda ağa, Erzurum,Kars ve Bosna'da sekbanbaşı olarak gorev yapmış bir zat.Sekbanbaşı,Yeniçeri Ocağına ait bir birim olan Sekbanların başında bulunan komutana verilen ad imiş.
Camiyi gezdikten sonra kaleye çıkmaya başlıyoruz.Yol üzerinde bir kilise var fakat içine girilmiyor.Dışarıdan fotoğraf çektirip tırmanmaya devam ediyoruz.
Kale dediğim bir duvar aslında sadece surları kalmış ama manzarası güzel doğrusu.Yine çatı manzarası ancak evlerin hemen hepsinin çatısı kiremit, bence kiremit çatıların insanın içini ısıtan bir samimiliği ve şirinliği var.Bu şehirde çok cami var,pek çok da Türk.Zaten Türk şehri olarak biliniyor.Hiç İngilizce konuşmadık hep Türkçe konuşarak anlaştık insanlarla.Bir süre manzaranın tadını çıkarıyoruz surların üzerinde bağdaş kurup oturarak.Savaş doneminde pek çok şehir gibi Prizren de çok acı çekmiş.Tarihini düşünmeye çalışıyorum ve yaşanan acıları.

Prizren şu anda Kosovanın başkenti Priştineden sonra ikinci büyük şehir.Tarih boyunca Roma İmparatorluğu, Doğu Roma İmparatorluğu, Bulgar Devleti,Sırp Devleti,Osmanlı İmparatorluğu,Balkan Savaşlarından sonra Yugoslavya  tarafından yonetilip son olarak Kosova Cumhuriyeti topraklarında kalmış.Ozellikle I.Balkan Savaşında çok zarar goren Prizrende 1912 tarihinde 5 asırlık Osmanlı donemi bitmiş.1998-1999 yıllarındaki Kosova Savaşında ise Kosovada en az zarar goren şehirlerden birisi imiş.1999 ile 2008 yılları arasında Birleşmiş Milletler idaresinde bir bolge olan Kosova 17 Şubat 2008 de tek taraflı olarak bağımsızlığını ilan etmiş.(Bu tek taraflılık durumu nasıl oluyor diye merak eden ben, Sırbistanda tanıştığımız bir Sırp'tan Kosovayı bağımsız bir ülke olarak tanımadıklarını ve asla tanımayacaklarını oğreneceğiz.)

Prizrende birden fazla etnik koken mevcut olduğu için rafik levhaları ve tabelalar Arnavutça,Sırpça ve Türkçe olmak üzere 3 dilde.
Acıkmaya başlayınca tekrar şehre iniyor ve Sofra Restoran'a gidiyoruz.Müthiş lezzetli koftelerden yiyoruz.Bu enfes lezzet sadece 2.5 €.Yanında açık ayran, sonrasında meşhur Trileçe tatlısı.Çok hafif ve çok lezzetli olan bu tatlıya bayıldım.Donünce İstanbulda da yedim ama büyük hayalkırıklığıydı.

Trileçe tatlısı
Karnımızı doyurduktan sonra şehri gezmeye başlıyoruz, ara sokaklarda dolanıyoruz, nehir boyunca bir aşağı bir yukarı yürüyoruz.Nehir kıyısında bir yerde 400 yıllık çınar var.Prizren suyun bol olduğu bir yer, her yerde çeşme var.Şadırvan denilen bir meydanı var.Eskiden olduğu gibi halkın toplanma merkezi.Hava kararmaya başlıyor ve bizim canımız yine çay istiyor.Türk çayı içebileceğimiz bir yer arıyoruz ve Sinanpaşa Caminin hemen dibinde Çajtore diye bir yer buluyoruz.'Tore ' Arnavutçada 'hane' demek, yani burası çayhane.Bunun gibi Byrektore ve Kebaptore de var=)Burası çok işlek bir sokak.Sürekli gençler geçiyor bir aşağı bir yukarı.Tam çarprazımızda Türk askerleri var.Nato gonderiyormuş.Çayımızı içerken çekirdek çitliyoruz.Bir yandan geleni geçeni izliyoruz, muhabbet ediyoruz, quiz yapıyoruz birbirimize.Gezi ile ilgili sorular soruyoruz.Çok faydalı oluyor oğrendiklerimizi unutmamak adına.Saat 10a kadar oturup kalkıyoruz.
Prizren bende hoş bir izlenim bıraktı.Gündüz sakin,hzuurlu, gece hayatı da aktif bir yer.Cafeler,restoranlar dolu, sokaklar insan seli.Daha doğrusu Şadırvan ve Sinanpaşa cami etrafı boyle.
Terminale gidip otobüse biniyoruz.Koltuk numaramız yokmuş meğer, adam bizi en arka 4 koltuga atıverdi.Sabah 4-5 gibi varıcaz Ulcinj'e.Hadi hayırlısı bakalım...


13 Aralık 2014 Cumartesi

ÜSKÜP

Posted by Gezgin Eda On 13:30 1 comment

ÜSKÜP

Üsküp'e akşam geç saatlerde varıyoruz.Tren istasyonunun hemen yanınında otobüs terminali var onun da yanında şehir içi otobüs terminali.Hepsi aynı yerde.Taksiciye şehir merkezini soruyoruz.Yürüyerek 15 dk arabayla da 100 denara gotürürüm diyor.Kalacak yer soruyoruz.Saat 11 çok geç oldu daire bulamazsınız diyor ve bir hostele gotürüyor.8 € kişi başı ama beğenmiyoruz.Bir de şehir merkezinde güzel bir yer var ama 13 € diyor biz bir bakalım belki indirim yaptırırız diyoruz ve düşüyoruz yola Rekord Hostele gidiyoruz.Çok beğeniyoruz.Lüks ,temiz, merkeze yakın daha ne olsun.Gurbet indirim yaptırıyor ve 9 € ya kalıyoruz.Üst ranzamda bir Amerikalı var çok geveze=)
7 Ağustos Perşembe sabahı güzel, rahat bir uykunun ardından 9 buçukta uyanıyoruz.Kahvaltı dahildi güya.Kahvaltı dedikleri bir adet 7days kruvasan ve bir kuşburnu çayı =)Kahvaltı ardından yine düşüyoruz yollara, istikamet Matka Kanyonu.Ancak otobüs saatlerini oğrenince şehir merkezine geri yürüyüp biraz vakit geçiriyoruz oğleden sonraki otobüse binmek için.Saatleri seyrek çünkü.İlk once meşhur Taş Koprüye gidiyoruz.




Vardar Nehri beni hayal kırıklığına uğratıyor açıkçası.Suyu az ve bulanık.Bizim koydeki çaya benziyor hatta çay daha güzel=)
Üsküp’ün simgesi Taşkoprü 1451-1469 yıllarında II. Mehmed’in himayesi ve kontrolu altında yapılmış. Kimi kaynaklara göre köprünün Mimar Sinan tarafından yapıldığı belirtilmekte.
Koprünün olduğu yerde Arkeoloji Müzesi,Dış İşleri Bakanlığı gibi güzel binalar var.Yunan tarzında yapılmış sanki eski binalar gibi gorünen ama yeni binalar.Yani o gorüntüyü vermeye çalışmışlar ama ben hissedemedim,yapay geldi.Üsküp’ün her yerinde heykeller var, onlar da yeni yapılmış ama ben onları da sevemedim.





Taş Koprü’nün üstünden geçip old city ‘ye gidiyoruz.Türk dovizci abiden 60 denara magnet alıyorum.Sonra güzel bir kahvaltı etmek istiyoruz kruvasan yetmedi tabiî ki.Türk kahvesinde bir abiye Türk kahvaltısı yiyebileceğimiz bir yer var mı diye soruyoruz hani şoyle peynirli zeytinli.Makedonlarda bu kültür yok çünkü.Nargile Cafeyi tarif ediyor bize.Israrla kafenin adı ne diye soruyorum.Meğer ‘Nargile ‘ imiş adı.Türkiyede nargile cafelerin ayrı ayrı adları oluyor ya oyle sandım=)Türkçe konuşuyor oradakiler.Kahvaltı tabağı 140 denarmış yine indirim yaptırmaya çalışıyoruz ama yapmıyor çayı da dahil edelim o zaman diyor.Şaşırıyoruz çay zaten dahil değil mi yani diye.Değilmiş normalde.Biz de sınırsız çay o zaman diyoruz ve anlaşıyoruz =)
Güzelce kahvaltımızı edip yanına da 3 bardak çay içince keyfmiz yerine geliyor.

Kahvaltı sonrası mutluluk =)
Sonra yine otobüs terminaline gidiyoruz.Matka Kanyonu için 60 numaralı otobüse biniyoruz.Yarım saat süren yolculuğun ardından müthiş bir doğa güzelliğinin ortasında iniyoruz.Hemen donüş saatini oğreniyoruz 17.45.Sonra başlıyoruz nehir kıyısından yürümeye, patika bir yol var, yemyeşil akıyor nehir.



Patikanın sonunda geçiş yok, asfalt yola çıkıyoruz, yol boyu ilerleyince kanyonun içine doğru girmeye başlıyoruz.Bir otel ve restoranı var.Yanında St. Andreas kilisesi.
Kanyon dibinden yürüyüş yolu yapmışlar 6 km.Huzur içinde doğa ile baş başa yürüyüş yapıyoruz ağaçların ve kayalıkların arasından.




Su, nehir, kuş cıvıltıları tam kafa dinlemelik bir yer.Arada bir bank var oturup doğanın tadını çıkarıyorum düşüncelere dalıyorum.


Treska nehrinin üzerine kurulmuş yapay bir gol var, tekne turları düzenleniyor karts mağaralarında sarkıt ve dikitleri gostermek için ama biz katılmadık.
Kısacası tam cennetten bir koşe burası.
Aynı yoldan geri donüyoruz.Motorsiklet üzerinde düğün fotoğrafı çekilen gelin ve damat çok tatlıydı, biz de onlarla fotoğraf çekilip devam ediyoruz.

Donüşte yağmur bastırıyor,otobüste yağmuru izleyerek şehir merkezine geri donüyoruz.Hemen çarşı içinden yürüyerek Kocmoc (Kozmoz) denen lokantaya gidiyoruz.Etleri çok lezzetliymiş diyolla =)Tavsiye üzerine yarım porsiyon alıyoruz gerçekten de çok lezzetli.Bir de milli içecekleri varmış armutlu gazoz =)Tadı güzel.
Karnımızı doyurduktan sonra ayrılıp şehri tek başımıza gezmek istiyoruz, herkesin gormek istediği yer farklı.Ben Eski Türk Çarşısı’nın ara sokaklarına dalıyorum.


İleride Osmanlı mimarisi taş bir yapı gorüyorum.Kurşunlu Han olduğunu tahmin ediyorum.




Ama kapısı kapalı.Karşısında kahvehane var.Türkçe konuşan var mı diye soruyorum.Var diyorlar, bir yaşlı amca çıkageliyor.Hanı soruyorum ve tahminim doğru çıkıyor.’Gel bir çayımı iç’ diyerek beni içeri davet ediyor.Gidiyorum.Bir amca daha var içerde Türkçe bilen.Hatta o Almanca, Arnavutça, Makedonca, Fransızca ve Sırpça da biliyormuş.Başlıyoruz muhabbete.Amcaların adı Namık ve İsmet.Namık Amcanın bir doviz bürosu varmış burada, İstanbul Kapalıçarşı’da da bir şubesi.İstanbulu çok seviyorlar, hoş bir sohbetin ardından çay için teşekkür edip kalkıyorum ve çok mutlu oluyorum, çay da çok iyi geliyor doğrusu.

Bu arada Kurşunlu Han, Osmanlı hanlarından ayakta kalan en büyük ve en güzel üç handan birisiymiş. 16. yüzyılda Sultan III. Selim için çalışan bir bilim adamının oğlu olan Musledin Hoca tarafından yapılmış. Hana adını çatıyı örten fakat 1. Dünya Savaşı sırasında çıkarılan kurşun tabakası vermiş.

Oradan yukarı doğru yürüyünce Mustafa Paşa Camii var, Mustafa Paşa’nın da türbesi. Mustafa Paşa camiî 1492 yılında Yavuz Sultan Selim'in veziri olan Mustafa Paşa tarafından yaptırılmış. Mustafa Paşa, II. Bayezid ve Yavuz Sultan Selim'in veziri olan başarılı bir devlet adamı imiş.

Camiinin onündeki yol dosdoğru kaleye çıkıyor.Kale manzarası güzel olur diye düşünürken çatı manzarasıyla karşılaşıyorum.Upuzun surları baştan sona yürüyorum.Yürürken de bu surların üzerinde yaşanan tarihi düşünüyorum,gozümde canlandırmaya çalışıyorum.



Kaleden aşağı inerken Gurbeti gorüyorum, hem de bizim Ohrid’de birlikte paraşütle atladığımız Alman çocukla konuşuyor.’Hey Parachute Guy !’ diyorum, gülüyor=)Ayaküstü onunla konuşuyoruz, İstanbul’a da gelecekmiş, belki İstanbul’da da karşılaşırız diyerek ayrılıyoruz.
Yola Gurbetle devam ediyoruz.Arasta Camii nin onündeki kahveye oturuyoruz.15. yy eseri olan Arasta Camii komünizm zamanında ibadete kapatılmış, 1963 depreminde de tamamına yakını yıkılmış ve Bursa Büyükşehir Belediyesi tarafından restore edilmiş.Şu anda halka açık hoş bir camii.

 Burası o kadar güzel ki… Hava karardı, tepemizde ağaçlar, dallarda asılı lambalar yanıyor, onümüzde taş sokaklar, yan tarafta şadırvan, tam koşe bir yer.Amcalar namazdan çıkıp burada oturuyor.Kendimi Osmanlı zamanında yaşıyormuş gibi hissediyorum.Sohbet eden amcalar Türkçe konuşuyor, satranç oynuyorlar.Biz de tavla istiyoruz.Çay 10 denar, çok ucuz.Çok mutluyum burada.Kahveci Adnan Abi  sürekli çekirdek kabuğu ile dolan küllüğümüzü boşaltıyor.Çay-çekirdek-tavla, Üsküp’te ağaçlar altında müthiş üçlü…

Çok sevdik burayı,uzun süre oturuyoruz.Sonra kalkıp yine çarşı içini yürüyoruz.İshak Bey in türbesine gidip dua ediyoruz.Geri gelip çarşı içinde bedestenin içini geziyoruz.Osmanlı zamanında küçük esnafların mekanı olan beyaz duvarlı yapı şimdi 2-3 bar ve cafeye ev sahipliği yapıyor.Dükkanların bir kısmı da boş.Daha iyi değerlendirilebilir bu değerli yapı diye düşünmeden edemiyorum.


Çıkıp Taş koprü’yü geçiyoruz ve Vardar Nehri’nin kıyısında oturup koyu bir muhabbete dalıyoruz sevgili arkadaşım Gurbet ile.Ve hostele donüyoruz, yorucu bir günün ardından ayaklarımız uyarı veriyor yine.

16 Eylül 2014 Salı

MANASTIR (BITOLA)

Posted by Gezgin Eda On 14:12 No comments

Takvimler 6 Ağustos 2014,Çarşamba gününü gosteriyor.Sabah erkenden uyanıyoruz.Kahvaltımızı edip çantaları toparlıyoruz.Ohrid’den ayrılma vakti geldi.Oysa ki çok sevmiştim bu şehri, hüzünleniyorum elimde olmadan.Sonra kimbilir Makedonya’nın diğer şehirlerinde bizi ne güzellikler, ne anılar bekliyor diyerek umutlandırıyorum kendimi.Yeniden heyecanlanarak yaklaşık 20 dk. yürüyoruz otobüs terminaline.Ohrid-Bitola arası kişi başı 210 Denarmış.Tahmin edebileceğiniz gibi yine taksiyle anlaşıyoruz =)900 denar veriyoruz taksiciye.4 kişi olduğumuz için boylesi daha iyi oluyor.Kişi başı 225 denara denk geliyor.
Bitola’ya yani diğer adı ile Manastır’a varıyoruz.Manastır Türkçe ismi, Bitola ise Osmanlı doneminden sonra kullanıma girmiş olan Makedonca ismi.
Manastır, Balkanlar ile Orta Avrupa arasında geçiş güzergahı üzerinde yer alıyor.12 ülkenin elçiliklerinin bulunduğu bu şehir, konsolosluklar şehri olarak anılıyor.Bu ülkeleri sayacaksak olursak Birleşik Krallık,Bulgaristan,Fransa,Hırvatistan,Karadağ,Romanya,Rusya,Slovenya,Türkiye,Sırbistan,Ukrayna,Yunanistan.

1382 yılında I.Murat zamanında Timurtaş Bey tarafından Osmanlı topraklarına katılan Manastır,1912 yılında Balkan savaşları ile Osmanlı idaresinden çıkıyor.530 yıl Osmanlı idaresinde kalmış olan bu güzel şehir o zamanlar Rumeli vilayetinin en ileri gelen şehirlenden.Bizim için bir diğer onemli nokta da Mustafa Kemal Atatürk’ün buradaki Manastır Askeri İdadisinde eğitim gormüş olması.


Manastır meydanında ilk olarak gordüğümüz yapı Yeni Camii.Ama kapalıydı,kullanılmıyordu.Bir diğer camii de restorasyonda.Burada hiç cami ziyaret edemiyoruz.Yine meydanda şehrin amblemlerinden biri olan Bitola Saat Kulesi bulunuyor.17.yy da inşa edilen kule,30 metre uzunluğunda.Saat mekanizması birkaç kez değiştirilmiş, müzik içeriği olarak dünyadaki saat kuleleri içerisinde en farklı olanlardan biri olduğu soyleniyor.
Çantamızı bırakmak için bir yer arıyoruz ve buranın en işlek caddesi olan Hamidiye caddesi boyunca yürüyoruz.
Sağlı sollu restoranlar,dükkanlar var,trafiğe kapalı Hamidiye caddesi.Güzel bulduğumuz dondurmacı,pastane tarzı bir yere oturuyoruz.İki top dondurmaya 40 denar veriyorum.Burada çalışan kız çok sempatik, her sorumuza içtenlikle cevap veriyor.Mekanın nimetlerinden hemen faydalanmaya başlıyoruz,wifiye bağlanıyoruz, çantaları bırakıyoruz ve gezmeye başlıyoruz.
Caddenin sonunda bulunan,daha once de bahsetmiş olduğum Atatürk’ün lise eğitimini aldığı Manastır Askeri İdadisini ziyaret ediyoruz.


Şu anda müze olarak hizmet veriyor ve içerisinde Atatürk Anı Odası bulunuyor.


Burada bulunan Mustafa Kemal’in balmumum heykeli Eskişehir Belediye Başkanı Yılmaz Büyükerşen tarafından yaptırılmış.Atatürk ile ilgili pek çok fotoğraf gorebilir,ilginç bilgilere erişebilirsiniz.Mesela Atatürk’e yazılan bir aşk mektubu sergileniyor.Mektup Eleni Karinte tarafından yazılmış.


Türkçesini alıntılıyorum:
 “  Çok seneler geçti, ben halen her gün senden haber bekliyorum. Herhangi bir zamanda mektubumu alırsan, beni hatırla. Kağıttaki gözyaşlarımı görebileceksin. Yıllar ve olaylar geçiyor, seninle ilgili çok şeyler konuşuluyor.Hayat devam ediyor.Mektubumu okurken, başka bir kadınla birlikteysen eğer, mektubumu yırt at ve o kadına sor Bitola’dan Eleni Karinte diye bir kadının seninle bir gün geçirmek için
hayatını verebileceğine inanır mı?. Eğer sen o kadını benim seni sevdiğim kadar seviyorsan, ona hiçbir şeyden bahsetme ve mutlu olmasını sağla.Fakat, balkondaki kızı hatırlıyorsan ve başkasını sevmiyorsan, bil ki seni hala bekliyorum ve omrüm boyunca bekleyeceğim.Döneceğini, beni unutmayacağını biliyorum. Babam vefat etti. Beni senden ayırdığının, eve kapatıp tam bir ay boyunca çıkmama izin vermediğinin üzerinden yıllar geçti. Ağlamadım çünkü biliyordum ki tüm kilitler ve hapisler boşunaydı.Beni evlendirecekleri adamı sadece bir kez gördüm ve kendisi bana onu sevip sevemeyeceğimi sordu.Bense, ‘Hayır, ben sadece ilk aşkımı seviyorum’ dedim. Babam beni hiç bir zaman affetmedi ve ben de kendisini affetmedim. O zamanlardaki gibi artık genç ve güzel değilim. Ebediyen seni seven ve seni bekleyen, Eleni Karinte’n.”
Eleni ve Atatürk hiçbir zaman kavuşamamışlar.Bu duygusal mektubu okuduktan sonra serginin geri kalan kısmını gezip caddeye donüyoruz.Old Bazaar’ı arıyoruz.Ancak bulduğumuz yer oldukça küçük.Dar sokaklar arasında biraz dolanıp hayratlardan faydalanıyoruz.Balkan şehirlerinin en güzel yanı bu çeşme ve hayratlar=) Her seferinde bol bol su içip bol bol dua ediyorum atalarımıza.Yıllar once bu iyi niyetli insanların yaptırdığı çeşmelerden hala binlerce insan nasipleniyor.

Yemek yemek için yine Hamidiye caddesine yoneliyoruz.Bu caddede mimarisi oldukça hoş cumbalı evler bulunuyor.Elveda Rumeli dizisinin bazı çekimleri de burada yapılmış.



Güzel bir restoranda karnımızı doyururken onümüzden Issız Adam’da oynayan güzel oyuncu Melis Birkan geçiyor. Dondurmacıya çantalarımızı almaya gidiyoruz.Bu arada hava bozuyor,hafiften yağmur yağmaya başlıyor.Otel gibi kullandığımız dondurmacıda üstümüzü değiştiriyoruz.Sonra bir Türk restoranı bulup çay içmeye gidiyoruz.Çay ne büyük bir nimetmiş =) Fark ettiyseniz Balkanlarda her gün çay içiyoruz biz=) Çay keyfinden sonra istasyona doğru yürümeye koyuluyoruz.Üsküp’e trenle geçeceğiz.Yemyeşil ,tertemiz büyük bir parktan geçiyoruz.

İstasyon yıllar oncesinden kalma harabe gibi bir yer.
Bilet için kişi başı 304 Denar diyorlar.Yine Türkçe bilen bir gorevli oturuyor arka tarafta.’Bu tarafa gelin,bilet almayın,ben konduktorum yardımcı olurum’ diyor.Koşa koşa gidiyorum yanına.Bozuk Türkçesi ile bir şeyler anlatmaya çalışıyor ama ben anlamakta zorlanıyorum.Bilet almadan nasıl binebiliriz trene diye düşünürken kızıyor bana ‘Ben alamanca konuşmuyorum,neden anlamıyorsun ‘diye.Halbuki amcanın Türkçesi bayağı bir bozuk, ayrıca rüşvet gibi bir şey teklif ediyor.

Yediğim azara rağmen hala gülümsüyorum,indirim yaptıracağım ya =)Bir şekilde kişi başı 150 denara anlaşıyoruz.Amca çok asabi, soylemeden edemeyeceğim.
İstasyon eski, kendimi 1900 lü yıllarda yaşıyormuş gibi hissediyorum treni beklerken.İnsanlar bile o zamanlardan kalma gibime geliyor=)
Ve nihayet yine yıllar oncesinden kalma trenimiz gorünüyor.Hiç boyle bir trenle yolculuk yapmamıştım ve soylemeliyim ki bu da hayallerimden birisi idi=)



Kompartıman Kemal Sunal’ın filmindeki kompartımana benziyor.Nostalji yapa yapa gidiyoruz, yemyeşil tarlalar arasında tıngır tıngır yolculuk ediyoruz.İnanılmaz keyifli bir deneyim oluyor bu benim için.


Bu arada bilet kontrolü için biletçi ve bizim konduktor amca geliyor.Verdiğimiz paraları aralarında kırışıyorlar anladığım kadarıyla.Yaptığımız yasal değil biliyorum ama oldukça uygun ne yalan soleyeyim =)

Trendeki insanlara Üsküp’ün hangi durak olduğunu soruyorum.Son durak,merak etme diyorlar ve son durak Üsküp’te iniyoruz.

Üsküp yazısına geçmeden once Atatürk’ün hayatının anlatıldığı Veda filminde de soylenen meşhur  ‘Manastır’ın ortasında var bir havuz ‘ türküsü buyurun sizlerle.








15 Eylül 2014 Pazartesi

OHRID- ST.NAUM- STRUGA

Posted by Gezgin Eda On 12:19 No comments

Günlerden 5 Ağustos 2014,Salı.Erkenden uyanıyoruz.Çok heyecanlıyız çünkü paraşütle atlayacağız bugün.Hayallerimden biri sonunda gerçekleşecek, inanamıyorum.Bir onceki gün anlaştığımız gibi plajın orada buluşuyoruz adamlarla.Jiple bizi dağın tepesine çıkaracaklar.Yollar aynı bizim koyun yolları gibi çakıl,taş.Hatta koydekinden de bozuk.Normal bir araba çıkamaz yani jip isabet olmuş.Yeşilliklerin arasında virajlı, taş-çakıl yollardan manzarayı seyrederek bir saat süren jip safariden sonra tepede bir yerde iniyoruz.Gorüntü harika.



1300 metre yükseklikten atlayacağız.Gurbet,ben ve bir Alman olmak üzere 3 kişiyiz.Teker teker atlayacağız ama elbette her birimizle bir profesyonel paraşütçü olacak.Once kim atlamak ister diye soruyorlar.Gurbetin ve benim parmaklar dosdoğru Almanı gosteriyor ‘O erkek.Once o atlasın ‘ diyerek =)O da sağolsun gonüllü oluveriyor hemen.Olmayıp da ne yapsın, kızlara rezil olmak var bir de =)

Anlatıyorlar bize kısaca ne yapmamız gerektiğini.Yapacağımız şey sadece koş deyince koşmak=) Havalanmak için birkaç adımlık mesafeyi koşacağız ve sonra ayaklarımız yerden kesilecek.Bol kemerli bir aparatı giydiriyorlar bize.Başımızda kasklar.Hazırız uçmaya =)


Bir de uzun sopalı fotoğraf makinesi tutuşturuyorlar elime.Sadece poz verecekmişim, o otomatik olarak çekiyormuş hiçbir düğmeye dokunmadan.Ve başlıyoruz,once Alman çocuk koşuyor ve havalanıyor.Sıra bende,kalbim küt küt atıyor heyecandan =) Durmamız gereken çizgide durup pozisyon alıyoruz ve saymaya başlıyor 3,2,1 koş =) Paraşütçü adam oyle hızlı koşuyor ki benim ayaklarım yetişemiyor onun hızına, havada asılı kalıyor resmen ve bir de bakıyorum paraşütümüz açılmış ve ben havadayım =)Bu kadar basitmiş yani =) Bundan sonrasında balkonda oturur manzara izlermiş gibi izliyorum sadece, hiçbir heyecanı yok,sadece çok keyifli.Ayaklarımı sallaya sallaya izliyorum muhteşem gorüntüyü.Ama şunu soylemeliyim ki ilk atladığımızda rüzgarın şiddetle suratıma çarptığı bir yer vardı.Hatta bizi geriye doğru savurdu biraz.O zaman korkmadım denemez.Sordum hatta adama ‘Her şey yolunda mı?Geriye doğru gidiyoruz biz.’ diye.O da ‘sakin ol her şey kontrol altında, geçecek şimdi’ dedi ve geçti =) Bir de tam Ohrid golünün üzerindeyken bir an aşağıya doğru baktım, yeşilin en harika tonlarının açıktan koyuya doğru gittiği derin bir yerin üzerindeyiz.Allah korusun bir aksilik olsa kemerler açılsa ve düşsem kurtuluşum olmaz diye düşünmedim değil doğrusu.Ama hemen sildim bu düşünceyi kafamdan ve ayaklarımın altındaki yeşillik tepelerin, çarşaf gibi uzanan golün,şehrin, manzaranın tadını çıkardım=)Yükseklik korkusu olanlar hariç herkese tavsiye ediyorum =)

Paraşütçü adamla da muhabbet ediyorum bu arada.Bu işe nasıl başladığını, ne kadar süredir yaptığını soruyorum.Üsküpte başlamış,zaten merakı varmış ve 4 yıldır yapıyormuş.Adını hatırlamıyorum, belki de sormamışımdır.Paraşütü golün üzerinden tam da ineceğimiz noktaya yonlendirmeyi nasıl başardı bilmiyorum ama bir saat boyunca çıktığımız tepeden paraşütle 15 dkda sağ salim indirdi bizi.Çok kısa sürdü gibime geliyor.

Beklediğim kadar heyecanlı olmayan ama oldukça keyifli olan bu etkinliği iyi ki yapmışım diyorum şimdi.Bir süre Gurbetin inişini bekliyorum.Paraşütleri açılmamış ikinci kez denemiş onlar, o yüzden uzun sürmüş.O da sağ salim inince mutluluğumuzu paylaşıp resimlerimizi almaya gidiyoruz.Sonra eve gidip bir şeyler atıştırıyoruz ve evdeki arkadaşlarla birlikte Sveti Naum’ a gitmek için yola koyuluyoruz.Sorup soruşturup otobüs durağının yerini oğreniyoruz.Ama maalesef İngilizce bilmeyen bir şofore denk geliyoruz.Yanlış arabaya binmişiz meğer.Şofor bizi aldığı yere geri getiriyor.Olan bizim 120 denara oluyor.Neyseki paranın değeri çok düşük burada.Durakta Türkçe bilen bir taksi şoforuyle 800 denara anlaşıyoruz.O zaman indirim yaptırdığımızı düşünmüştük ama donüşümüz daha ucuz olacak =)
Sveti Naum Ohrid’den yarım saat uzaklıkta,oraya vardığımızda bir de bakıyoruz ki herkes gole giriyor ve su Ohrid’dekinden daha temiz,pırıl pırıl.Bikinilerimizi giymediğimize pişman oluyoruz ve kiliseye doğru yürümeye başlıyoruz.Yol üzerinde ‘Kara Drim ‘in berrak suyuna hayran kalıyoruz.Suyun altındaki yosunlar sanki ağaçların golgesiymiş gibi duruyor.Burası Ohrid Golüne hayat veren nehir.Buradan kaynayan sular Ohrid golüne,golü geçerek Struga’ya varıyor.

Tepedeki Sveti Naum kilisesinin manzarasına bakınca daha da hayran kalıyoruz.Ohrid golü boylu boyunca uzanıyor, sanki uçsuz bucaksızmış gibi gorünüyor.


Sveti Naum kilisesinin tarihine gelince; 905 yılında Bulgar Krallığı zamanında Aziz Naum tarafından yapılmış bir Ortodoks kilisesi kendisi.Kilisenin bulunduğu bolge 1912den 1925e kadar Arnavutluk sınırları içindeymiş.1925 yılında Arnavutluk,Yugoslavya ile olan gorüşmelerin sonucunda, iyi niyet gostergesi olarak bu toprakları Yugoslavyaya bırakmış.






Kilisenin bahçesinde bir sürü tavuskuşu serbest bir şekilde dolaşıyor ve çok değişik bir ses çıkarıyorlar.Bağırıyorlar resmen =)Donüşte Galicica Ulusal Parkı’nın içinde karavanların olduğu bir kamp alanından geçiyoruz.Doğa ile baş başa olan aileler karavanlarının onünde biber kızartması yiyorlar.Kamp alanında yürürken onüme yılan çıkıyor, kıvrıla kıvrıla sakin sakin yoluna devam ediyor.Neredeyse üstüne basıyordum.Ohride donüş için otobüs durağının oraya gidiyoruz ama otobüsün gelmesine çok var.Bizim gibi bekleyen bir Japon kız var, onunla konuşup ortaklaşa taksi tutuyoruz ve 600 denara Ohride donüyoruz.Daha ucuz olacak demiştim =)
Aynı taksi şoforuyle yolda giderken Struga’ya gitmesi için de anlaşıyoruz ve 400 denar da Struga için veriyoruz.Struga gol kenarında kurulmuş başka bir şehir.Hemen bir restorana girip karnımızı doyuruyoruz kebapla.Ama Ohriddeki kebabı daha çok beğenmiştim.Yemekten sonra Ohrid Golünden doğan Kara Drin Nehri’ni gormeye gidiyoruz.Yani Sveti Naumda gordüğümüz nehir.Ohrid golünü geçip buraya geliyor demiştim.Nehrin kenarlarında cafeler,restoranlar var.

Koprülerden atlayıp yüzen gençleri gormek de mümkün.Nehir boyunca yürüdükten sonra plaj tarafına gidip bir bankta oturup çekirdek yiyoruz manzaraya karşı.Bir müddet muhabbet ettikten sonra aynı yoldan geri donüyoruz.Yol üzerinde bir Arnavut düğününe denk geliyoruz ve hemen dalıyoruz içeri.Hepsi birbirinden süslü,güzel kızlar halay çekiyorlar.Bazıları beyaz yoresel kıyafetlerini giyiyor.Gelin hep suratsız,hiç gülmüyor.Fotoğraf çekilirken kameraya bile bakmıyor.Meğer onların adeti boyleymiş.Fotoğrafçı abi soyledi.Biz de gelinle fotoğraf çekiliyoruz.Biraz onları izleyip,lokumlarımızı alıp çıkıyoruz dışarı.

Donüş yolunda müftülük binasını gorüyoruz.Bahçesinde türbeler var, duamızı edip devam ediyoruz.
Strugada gorülecek pek fazla bir şey yok,oldukça küçük bir şehir ama nehir kıyısı ve nehrin golden çıktığı yer güzel.Ayrıca Struga Şiir Akşamları ile meşhur.1961 den beri dünyanın dort bir yanından gelen şairler şiirlerini seslendiriyormuş Struga Şiir Akşamları’nda.Bu, Strugalı ünlü şairler Konstantin ve Dimitar Miladinov ‘un anısı üzerine yapılıyor.Bu iki kardeş Osmanlı’ya direnme suçu ile İstanbul’da hapse düşmüş ve 1862 yılında vefat etmişler.Her yıl bir ülkenin şiirinin tanıtıldığı bu etkinlik sonunda Altın Çelenk odülü veriliyor.Bu odülü Fazıl Hüsnü Dağlarca da 1974 yılında almış.
Donüş için otobüs durağında bekliyoruz, bu sefer taksiye binmemeye kararlıyız ancak ne yazıkki yine taksicinin biri bizi ikna etmeyi başarıyor ve 200 denara Ohride donüyoruz.Aynı yolu sırasıyla 600-500 ve 200 denara gitmiş oluyoruz boylelikle yani Ohrid-Struga yolunu=)

Ohrid’de yine her zamanki gibi çarşıya gidiyoruz,dovizci abiye uğruyoruz.Oğlu Gani ile tanışıyoruz.Ben hayatımda bu kadar tatlı,akıllı,yakışıklı ve edepli çocuk gormedim desem yeridir=)Gani 12 yaşında 7.sınıfa geçmiş, ekonomi,siyaset,futbol ve daha pek çok konu hakkında sohbet edebileceğiniz harika bir çocuk.Makedonya’nın Dünya Bankası’na ne kadar borcu olduğunu bile biliyor.Babasını boyle terbiyeli ve akıllı bir çocuk yetiştirdikleri için tebrik ettim ve dua ettim ne olur benim de boyle bir oğlum olsun diye =)Ganiyi de yanımıza alıp çay ocağına çay içmeye gidiyoruz.Koyu bir muhabbetten sonra onu babasına teslim edip Antik Tiyatroya doğru yürüyoruz eski şehrin ara sokaklarından.Ama bu gece konser yokmuş meğer.Sonra dar sokaklardan beyaz evlerin arasından capcanlı bir gece hayatına şahitlik ederek gol kenarına doğru yürüyoruz.Barlar,cafeler dolup taşıyor.Gole ayaklarımızı uzatıp yine çekirdek yiyerek muhabbet ediyoruz ve evimize donüyoruz.